İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi konferans salonunda düzenlenen konferansa Rektör Yardımcımız Prof. Dr. Mehmet Nuri NAS, Fakültemiz Dekan V. Doç. Dr. Hamdi Gündoğar, Dekan Yardımcımız Yrd. Doç. Dr. M. Nurullah Aktaş, Genel Sekreterimiz Yrd. Doç. Dr. İbrahim Baz ve çok sayıda akademik personel ile öğrenciler katıldı.
Fakültemiz Öğretim Üyesi Sayın Doç.Dr. Hüseyin GÜNEŞ konuşmasında: İslâm tarihçileri, tûfan hadisesini genel olarak Tevrat’ta geçen bilgiler ekseninde anlatmışlardır. Onun için tûfanın başlangıç tarihi, geminin ölçüleri, geminin su üzerinde kaldığı süre, gemiye alınan varlıkların mahiyeti gibi konularda Tevrat’ta yer alan veriler esas alınmıştır. Bununla birlikte farklı bilgileri içeren rivayetlere de yer verilmiştir ki bu durum, İslâm coğrafyasında dolaşan tûfan efsanelerinin zenginliğini ve konuyla ilgili bilgilerin çeşitliliğini göstermektedir. Rivayetlerde görülen bariz çelişkiler kafa karışıklığına yol açmakla birlikte, tarihî gerçekliği ne olursa olsun anlatılan hikâyelerin zihinlerde ilginç bir tûfan tasviri oluşturduğu muhakkaktır.
Tûfan anlatımlarında Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinden de yararlanılmıştır. Ancak bunlar, Tevrat ve muhtemelen Tevrat ehlinden alınan diğer bazı rivayetlerde geçen tûfan hikâyeleriyle harmanlanarak verilmiştir. Bunların içine râvî ve müelliflerin kendi hayal güçleri de katılmış olmalıdır.
Genel olarak ilk dönem İslâm tarihçileri ve onların eserlerinde geçen rivayetlerde hâkim olan görüşe göre tûfan, küfür ve azgınlıkta haddi aşan ve bunda ısrar eden insanları cezalandırmak üzere yerden ve gökten insanların üzerlerine suların salınması suretiyle gerçekleşmiştir. Sular, bütün yeryüzünü kaplamış ve her şeyi altına almıştır, ki bundan dolayı buna “tûfan” denilmiştir. Dolayısıyla Nûh tûfanı, yerel değil evrenseldir.
Nûh (a.s.)’un tûfandan kurtulmak için yapmış olduğu gemi, genel kanıya göre üç yüz arşın uzunluğunda, elli arşın genişliğinde ve otuz arşın yüksekliğindeydi. Üç kat halinde düzenlenen geminin tahtaları sâc veya şimşir ağacından yapılmış ve demir çivilerle çakılmıştı. Gökten yağan sulara karşı üstü kapatılmış; hem içten hem de dıştan ziftlenmişti. Ön ve arka kısmı horoz başıyla kuyruğu şeklinde, gövde kısmı ise kuş suretindeydi. Daha önce geminin nasıl yapıldığını bilmeyen Nûh’a işi bizzat Cebrâil öğretmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen “tennûr” ibaresi, genel kanıya göre içinde ekmek pişirilen “tandır” anlamındadır. Tandırdan suyun çıkması, tûfanın başlangıç işareti olarak görülmüştür. Söz konusu tandırın, Kûfe veya Dımaşk’ta olduğuna dair rivayetler, kadîm Kûfe-Şâm rekabetini anımsatmaktadır. Dolayısıyla tandırın Rasülayn’da bulunduğu ve Nûh’un gemisine burada binildiği görüşü diğerlerine nazaran daha gerçekçi görünmektedir.
Gemiye alınan insan sayısı genel kanaate göre seksendir. Ayrıca her çeşit canlıdan birer çift gemiye alınmıştır. Tûfan suları üzerinde beş veya altı ay boyunca bütün dünyayı dolaşan gemi, daha yüksek dağlar bulunmasına rağmen Cûdî Dağı’na oturmuştur. Gemiden inen Nûh (a.s.), yanındakilerle birlikte dağın aşağısında bir köy kurarak buraya yerleşmiştir. Tûfandan kurtulan seksen kişiye nispetle köye “Semânîn” adı verilmiştir.
Gemiye alınanların dışında yeryüzündeki bütün mahlûkat tûfanda telef olmuştur. Bütün hayvan çeşitleriyle birlikte gemiye nebâtatın alındığını düşünenlere göre buna ağaçlar da dâhildir. Onun için tûfanın ardından başlayan yeni hayatın menbaı gemidir. Nûh’un üç oğlu Sâm, Hâm ve Yâfes dışında, tûfandan kurtulan erkekler arkalarında bir nesil bırakmadan ölmüşlerdir. Bu itibarla yeryüzündeki bütün insanların soyu bu üç şahsa dayanmaktadır.
Nûh, dünyadaki gelmiş geçmiş en uzun ömürlü insandır. Onun yaşıyla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen “dokuz yüz elli” yıl, sadece davet süresini kapsamakta olup ömrünün tamamını ifade etmemektedir. Dolayısıyla Nûh’un yaşı, nübüvvet öncesi ve tûfan sonrası geçirdiği ömür ile birlikte bin küsur seneyi bulmaktadır. Kutsal kitaplarda ve çeşitli rivayetlerde sözü edilen bu uzun ömür hakkında klasik İsâm tarihi kaynaklarında te’vil yoluna gidilmemiş, bu rakamlar olduğu gibi kabul görmüştür.
Kaynaklarda “Cûdî” adını taşıyan çok sayıda dağ zikredilmekle birlikte bunların içinde üzerine Nûh’un gemisinin indiğine inanılan ve tûfanla ilişkisi kurulan tek dağ, günümüz Şırnak şehir merkezi karşısında bütün ihtişamıyla duran Cûdî Dağı’dır. Başka bir ifadeyle ilk dönem İslâm tarihçileri, tûfandan sonra Nûh’un gemisinin Cûdî Dağı’na indiği konusunda görüş birliği içindedirler. Yine tûfandan sonra ilk kurulan yerleşim birimi olduğuna inanılan yer, Cûdî Dağı kenarında bulunan Semânîn Köyü’dür. Günümüzde resmi adı “Yoğurtçular” olan köy, yerel halk tarafından sekizler veya seksenler anlamında “Heştan” adıyla anılmaktadır.
Nûh (a.s.)’un metfun olduğu yer konusunda İsâm tarihi kaynaklarında çok sayıda yer zikredilmiştir. Bu yerlerden birisi, Cûdî Dağı’nın güney tarafında yer alan Deyr Ebbûn Köyü’dür. Ancak burası, diğer yerlere nazaran revaç bulmamış; Nuh (a.s.)’un burada metfun olabileceğine pek ihtimal verilmemiştir. Günümüzde Cizre ilçe merkezi ve Ocaklı Köyü’nde (Banıh) Nûh’un metfun olduğuna inanılan mekânlar ise tespitlerimize göre klasik kaynaklarda söz konusu edilmemiştir.
Ağrı dağları ise İslâm tarihi kaynaklarında “Hâris ve Hüveyris” adlarıyla anılmaktadır. Bu dağlarla ilgili vârid olan muhtelif efsanelerden söz edilmekle birlikte onların tûfanla herhangi bir ilişkisi kurulmamıştır. Başka bir ifadeyle, inceleme imkânı bulduğumuz tarih, coğrafya, büldân ve rıhle alanındaki klasik kaynakların hiçbirinde Nûh’un gemisinin Ağrı Dağı’na indiğine dâir inanç, söylenti veya imaya rastlamadık.
Tarih, coğrafya, büldân ve rıhle alanındaki klasik kaynaklar kapsamında ele aldığımız Nûh tûfanı ve Cûdî Dağı, daha geniş perspektifte ele alınabilecek bir konudur. Onun için söz konusu alandaki tali kaynakların yanı sıra tefsir ve hadis literâtürü ekseninde konunun işlenmesi, hatta bunların bir bütün olarak ele alınıp Yahudi ve Hıristiyan literatürü ile mukayese edilmesi alana büyük katkılar sağlayacaktır.
Aslında Cûdî Dağı ve çevresi, el değmemiş bir kültür ve medeniyet hazinesi konumundandır. Sadece Cûdî Dağı zirvesinde bulunan yapılar, anıtlar ve diğer eserler onlarca çalışmaya konu olabilecek zenginliktedir. Onun için Cûdî Dağı ve çevresinin, farklı anlanlarda çalışan bilim adamlarına araştırma imkânı sağlayacak malzemelerle dolu münbit bir saha olduğunu ifade etmek istiyoruz.
Büyük ilgi gören Konferansın son bölümü izliycilerden gelen soruların cevaplandırılmasıyla son buldu.
25.12.2014 | İlahiyat Fakültesi